18 Mayıs 2012 Cuma

Blog 4 / Uykudan Hemen Önce

Koynuna aldığı pamuklu düşleriyle, zifiri karanlık bir geceye daha uyuyacaktı. O güne kadar sarıldığı her şeyin kollarının arasından yitip gitmiş olmasına aldırmadan, sıkı sıkıya sarıldı yastığına. Görülmeyi bekleyen, biraz beyaz biraz kabus rüyalarına, derin bir selam gönderdi. Hiç bir masal dindirmiyordu kalbindeki at kuyruklu sızıyı. Babasını özlemişti...


Bahçelerindeki asırlık çınarın yapraklarında aradı kaybettiği babasını, günlerce. Ne zaman yaprak dökse, mavi gözlerinden süzülen gözyaşları suluyordu bi'deri bi'kemik kalmış çınarı. Tenine esen ılık rüzgarların, babasından gelen içten bir sarılış olduğunu düşünürdü hep. Ne zaman rüzgarsız kalsa, üşürdü.

Oyuncak ayılarla örtmeye çalıştığı o yerçekimsiz özlem, çoğu kez yerini korkuya bırakır, gizli gizli ağlardı. Herhangi bir çocuğun, herhangi bir ağlamasından çok farklıydı onunki. Ağır, derinden ve özlem doluydu. Henüz 7 yaşında sızlamaya başlamıştı bile burnunun direği. Yüzünün en güzel yeriydi burnu. Babası da burnundan öperdi, ölmeden önce.

Şimdi annesiyle, asırlık çınarın vokalistliğindeki bu küçük, kiremit çıtalı evde, hayatlarının en zor bestesini yazıyorlardı. Hiçbir dokuz sekizlik ezgi gülümsetemeyecekti sus pus olmuş dudaklarını. Piknik yaptıkları, oyunlar oynadıkları, salıncaklar kurdukları, çimlere uzanıp gökyüzünü izledikleri o küçük bahçe yanık bir türkü tutturmuştu. Hiç bir bahar dindirmiyordu o türküden arta kalan yalnızlığı. Çocukluk günleri, boğazını yırta yırta geçiyordu.

Yatağın içinde yan döndü minik Sıla. Nemliydi gözleri. Bakışları, komidinin üzerinde duran fotoğrafa takıldı. Uzun uzun, gözlerini kırpmadan baktı. Karanlığa alışan gözleri, birkaç metre ötesindeki papatya çerçeveli bu fotoğrafı net bir şekilde seçebiliyordu. Hoş, seçemese de; her karesi aklına çakılıydı. Bir yanağını annesinin yanağına, diğer yanağını babasının yanağına dayamıştı fotoğrafta. Kadrajda üç gülümseyen yüz, üç mutlu surat vardı. Babasının, boya kalemleriyle alnına çizdiği altmış ikiden tavşanla renklenen, klasik bir aile fotoğrafıydı. Zaten o gün de, son görüşüydü babasını.

Her sorduğunda ''baban gökyüzüne çıktı, bizi orada bekliyor'' diyordu annesi. ''Bir kuş gibi uçuyor, devamlı bizi izliyor, hep bizimle''diyordu. Ne demekti bu? Gökyüzüne nasıl çıkılıyordu? ''O zaman bizde çıkalım''dı. Aklı, yaşının adamı olmayan sorularla doluydu ama soramıyordu. Söz vermişti kendi kendine. İlk fırsatta soracaktı. Ölmekle uçmak aynı şeyler miydi? Ya da bütün kuşlar ölü müydü?

Ayak sesleri duydu Sıla. Odasına doğru yaklaşan ayak sesleri. Her adımda gıcırdayan ahşaptan anladı sesin koridordan geldiğini. Annesi, rutin gece kontrollerinden birini daha yapıyordu. Geceleri sık sık kalkar, Sıla'yı kontrol ederdi. Onu yatakta uyurken görünce, nedense çok huzurlu hissederdi kendini. Kızının uyurken de olsa babasının üzüntüsünü unutması, onu mutlu ediyordu. Çünkü henüz bir ay geçmişti babasının ölümünün üzerinden. İkisi de gerçeklerle yüzleşmeye yeni başlamıştı.

Kıvrak bir hareketle döndü Sıla yatağın içinde. Sırtını kapıya dönmüştü. Annesinin uyuduğunu zannetmesini istiyordu her zamanki gibi. Kapı hafifçe aralandı. Uykudan mahmur ama meraklı gözler, rutin bir sorti yaptı odanın içine. Her şey normal görünüyordu. Odaya girmedi bu kez. Yatağa yaklaşmadı Sıla'yı uyandırma korkusuyla. Oysa Sıla, annesine sırtı dönük olmasına rağmen kapatmıştı gözlerini. Yalan olduğu o kadar belliydi ki, tir tir titriyordu göz kapakları. Birazdan annesi kapıyı kapatacak, yine yalan bir uykuya kapatacaktı gözlerini.

Bu kez böyle olmadı. Küçücük dünyası, aklındaki sorulara cevap veremiyordu. Annesinin üzülmesi pahasına konuşacaktı onunla. Soracaktı cevap bekleyen boya kalemli sorularını. Annesinin kapıyı kapatmasına ramak kala boğuk bir ses kapladı odayı.
''Anne!''
Bir an korkmuştu annesi. Beklemediği bu ses karşısında ürkmüş, sonra hemen güçlü anne karakteri ağır basmıştı.
''Efendim kızım'' dedi şaşkın ama meraklı bir sesle.
''Uyumadın mı sen?''
''Hayıııır'' dedi Sıla, üzgün, bir o kadar da şefkat bekleyen bir ifadeyle. Arkasını döndüğünde annesi çoktan başucuna oturmuş, saçlarını okşamaya başlamıştı. Terlemişti Sıla. Gözleri de dolu doluydu. Önce hiçbir şey yokmuş, babasını bir ay önce kaybetmemiş bir kız gibi davrandı kızına. Bu geçiştirme taktiği sonuç vermemişti. Elleri buz gibiydi Sıla'nın. Önce kızının hastalandığını düşündü.
''İyi misin kızım?''
Soruyu önemsemez bir tavırla üstündeki pikeyi biraz daha çekti üzerine. ''Bende gökyüzüne çıkmak, babam gibi uçmak istiyorum''.
Bu gergin havayı dağıtmak istercesine atıldı annesi.
''Tatlı çocuk seni, biz uçamayız. Çünkü kanatlarımız yok.''
''Ne zaman çıkar kanatlarımız? Ben hemen kanatlanmak, babamın yanına gitmek istiyorum.''
''Şimdi sana düşen, yemeklerini aksatmadan yemek, derslerine çalışmak, kocaman bir kız olup güzel bir meslek sahibi olmak. Ama bunları yapabilmen için şimdi uyuman lazım. Uçma konusuna gelince, ne zaman olacağını Allah dede bilir. Kimin ne zaman gökyüzüne çıkacağını ne ben, ne de başkası söyleyemez sana.''
Bunları söylerken çoktan kapının yanına gitmiş, ışığı kapatmaya hazırlanıyordu annesi. Cevap veremeyeceği bir soruyla karşılaşmaktan korkuyordu. Veremeyeceği cevabın, kızının psikolojisini bozmasından çekiniyordu. Kaçarcasına yöneldi kapıya. Tam kapıyı kapatacaktı ki, aynı ses yankılandı odada. Bu kez umut doluydu.
''Nasıl uçulacağını biliyorum!''
Konuyu kapatmış bir ruh haline bürünmüşken yatağın içinden gelen bu ses, önce şaşırtmıştı annesini. Yine de önemsemez bir sesle sordu;
''Nasıl uçuluyormuş bakalım?''
''Babam gibi'' dedi Sıla...
''Babam gibi, mayına basarak...'''
...
..
.


Ufuk SARIMEHMETOĞLU


< Beğen >

< Takip Et >



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder